Barkod: 9786050914009
Sayfa Sayısı: 596
Ebat: 14 x 23 cm
Yayın Tarihi: Nisan 2013
Kategori: Tarih
Orijinal Dili: Türkçe
600 yıllık çatışma ve karşılıklı hayranlık hikâyesi… Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa arasında altı yüzyıl boyunca süren ilişkileri tamamen ak ya da kara olarak tanımlamak mümkün değildi. Savaşlarla sıkça karşı karşıya gelen bu iki dünya birbirlerinden kopuk olmadıkları gibi mutlak bir düşmanlık içine girmemişlerdi. İstanbul'un 1453'te II. Mehmed tarafından fethi Batı dünyasını paniğe sevk etmiş, kafalardaki saldırgan ve barbar Türk imajını pekiştirmişti. 17. yüzyılda Osmanlıların uğradığı Viyana bozgunu ise Osmanlı'nın Batı’yla ilişkilerini değiştirdi; kanlı ve yenilmez Türk imgesini yumuşatıp, Türkleri korkutucu bir unsur olmaktan çıkardı. Barış antlaşmaları, kapitülasyonlar ve ticaret hakları sayesinde İstanbul'a çok sayıda İngiliz, Avusturyalı, Hollandalı, Fransız elçilik temsilcisinın, seyyah ve tüccarların yolu düşüyordu. Seyyahlar, yazdıkları mektuplar ve anılar ya da yaptıkları resimlerle Avrupa'daki vatandaşlarına Osmanlı kültürüne ve Osmanlı'da gündelik yaşama dair izlenimlerini aktardılar. Diğer yandan, özellikle Lale Devri’nden itibaren, Osmanlı sultanları ve saray halkı Avrupa kültürüne ve objelerine büyük ilgi duymaya başladılar. III. Selim’den itibaren başta ordu ve sağlık alanında, daha sonra idarede Batı kurumları örnek alındı. Osmanlı’nın Batılı örneğine dayanan modernizasyon süreci Mustafa Kemal’in 1923’te Cumhuriyet’i ilan etmesiyle doruk noktasına ulaştı. Tarihçi ve akademisyen Jean-François Solnon kitapta uzun bir tarihi kesiti, ayrıntılarıyla ve tüm zenginliğiyle aktarıyor. Düşman gösterilen iki “dünya”nın, ne kadar yoğun bir ilişki içinde olup işbirliği yaptığını, savaşlarının karşılıklı hayranlığı dışlamadığını açıkça ortaya koyuyor. Kitap 2009 yılında Avrupalı tarihçilerden oluşan bir jürinin, Avrupa tarihi hakkında yazılan kitaplara verdiği Prix du Livre d'Histoire de l'Europe adlı ödülü kazanmıştır. Kitaptan Dünya tarihinde biteviye tekrarlanan savaşlarda durmadan birbiriyle kapışan, asla uzlaşamayacak, ezeli düşman diye nitelenen halklar vardır. Bir de fethe asla doymayan imparatorluklar vardır; komşu devletlerle sürekli mücadele içinde parçalanmanın sınırlarına kadar büyümeye çabalar ve genellikle bu sınırları aşarlar. Büyük İskender, Cengiz Han veya Napoléon’un inanılmaz destanları, yerleştikleri uzamı sonsuza dek genişletmek isteyen, kaçınılmaz komşularla barış içinde bir arada yaşama fikrine isyan eden –ister monarşi, ister imparatorluk, ister tiranlık olsunlar– bu tarz güçlere ilişkin imgeyi zihinlere kazımıştır. Örneğin, dünün ve bugünün birçok Avrupalısının gözünde, Hıristiyanlık yüzyıllar boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun doymak bilmeyen ihtiraslarının acısını çekmiş, Osmanlılar doğaları gereği Hıristiyanlığı yok etme umuduyla bir adım bile geri atmadan onunla savaşmışlardır. Bu iki gücün ortak tarihinin durmadan yinelenen askeri seferlerden, sayısız kara ve deniz savaşından, işgaller ve ilhaklardan oluştuğu düşünülür. Bu ölümüne düellonun başlangıcı olarak, Konstantinopolis’in 1453’te Türkler tarafından alınması –halbuki Osmanlılar bu olaydan yüz yıl önce Balkanlar’ı fethetmiştir– gösterilirken, İnebahtı Savaşı (1571) veya Viyana Kuşatması da (1683) İstanbul’un efendilerinin ölçüsüzlüğüne karşı Hıristiyan direnişinin en parlak sayfaları olarak kaydedilir.
600 yıllık çatışma ve karşılıklı hayranlık hikâyesi… Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa arasında altı yüzyıl boyunca süren ilişkileri tamamen ak ya da kara olarak tanımlamak mümkün değildi. Savaşlarla sıkça karşı karşıya gelen bu iki dünya birbirlerinden kopuk olmadıkları gibi mutlak bir düşmanlık içine girmemişlerdi. İstanbul'un 1453'te II. Mehmed tarafından fethi Batı dünyasını paniğe sevk etmiş, kafalardaki saldırgan ve barbar Türk imajını pekiştirmişti. 17. yüzyılda Osmanlıların uğradığı Viyana bozgunu ise Osmanlı'nın Batı’yla ilişkilerini değiştirdi; kanlı ve yenilmez Türk imgesini yumuşatıp, Türkleri korkutucu bir unsur olmaktan çıkardı. Barış antlaşmaları, kapitülasyonlar ve ticaret hakları sayesinde İstanbul'a çok sayıda İngiliz, Avusturyalı, Hollandalı, Fransız elçilik temsilcisinın, seyyah ve tüccarların yolu düşüyordu. Seyyahlar, yazdıkları mektuplar ve anılar ya da yaptıkları resimlerle Avrupa'daki vatandaşlarına Osmanlı kültürüne ve Osmanlı'da gündelik yaşama dair izlenimlerini aktardılar. Diğer yandan, özellikle Lale Devri’nden itibaren, Osmanlı sultanları ve saray halkı Avrupa kültürüne ve objelerine büyük ilgi duymaya başladılar. III. Selim’den itibaren başta ordu ve sağlık alanında, daha sonra idarede Batı kurumları örnek alındı. Osmanlı’nın Batılı örneğine dayanan modernizasyon süreci Mustafa Kemal’in 1923’te Cumhuriyet’i ilan etmesiyle doruk noktasına ulaştı. Tarihçi ve akademisyen Jean-François Solnon kitapta uzun bir tarihi kesiti, ayrıntılarıyla ve tüm zenginliğiyle aktarıyor. Düşman gösterilen iki “dünya”nın, ne kadar yoğun bir ilişki içinde olup işbirliği yaptığını, savaşlarının karşılıklı hayranlığı dışlamadığını açıkça ortaya koyuyor. Kitap 2009 yılında Avrupalı tarihçilerden oluşan bir jürinin, Avrupa tarihi hakkında yazılan kitaplara verdiği Prix du Livre d'Histoire de l'Europe adlı ödülü kazanmıştır. Kitaptan Dünya tarihinde biteviye tekrarlanan savaşlarda durmadan birbiriyle kapışan, asla uzlaşamayacak, ezeli düşman diye nitelenen halklar vardır. Bir de fethe asla doymayan imparatorluklar vardır; komşu devletlerle sürekli mücadele içinde parçalanmanın sınırlarına kadar büyümeye çabalar ve genellikle bu sınırları aşarlar. Büyük İskender, Cengiz Han veya Napoléon’un inanılmaz destanları, yerleştikleri uzamı sonsuza dek genişletmek isteyen, kaçınılmaz komşularla barış içinde bir arada yaşama fikrine isyan eden –ister monarşi, ister imparatorluk, ister tiranlık olsunlar– bu tarz güçlere ilişkin imgeyi zihinlere kazımıştır. Örneğin, dünün ve bugünün birçok Avrupalısının gözünde, Hıristiyanlık yüzyıllar boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun doymak bilmeyen ihtiraslarının acısını çekmiş, Osmanlılar doğaları gereği Hıristiyanlığı yok etme umuduyla bir adım bile geri atmadan onunla savaşmışlardır. Bu iki gücün ortak tarihinin durmadan yinelenen askeri seferlerden, sayısız kara ve deniz savaşından, işgaller ve ilhaklardan oluştuğu düşünülür. Bu ölümüne düellonun başlangıcı olarak, Konstantinopolis’in 1453’te Türkler tarafından alınması –halbuki Osmanlılar bu olaydan yüz yıl önce Balkanlar’ı fethetmiştir– gösterilirken, İnebahtı Savaşı (1571) veya Viyana Kuşatması da (1683) İstanbul’un efendilerinin ölçüsüzlüğüne karşı Hıristiyan direnişinin en parlak sayfaları olarak kaydedilir.