Kitap Hakkında:
Kadim Mezopotamya kültürü ile simyayı birleştiren soluk soluğa bir roman…
D. J. McIntosh, “Mezopotamya Üçlemesi”nin ilk kitabı Babil Cadısı’nda, Ortadoğu’nun karanlık labirentlerinde dolaşıyor.
2003 yılında Irak işgal edilir, Bağdat’ın başı önüne eğilir. O günlerinde Irak’taki tarihi eserler de yağmadan payını alır. Bağdat Müzesi’nden Asurlulardan kalma paha biçilmez bir yazıt çalınır.
Irak’ın işgalinden birkaç ay sonra New York’ta sanat simsarı Türk asıllı Amerikalı John Madison, hayattaki tek akrabası ağabeyi arkeolog Samuel’ı bir trafik kazasında kaybeder. Kendisi de aynı kazada yaralanır ve günlerce komada kalır. İyileştikten sonra bu kez de çocukluk arkadaşı Hal Vanderlin aşırı dozda uyuşturucudan ölür. Aslında Hal bir cinayete kurban gider. Cinayetin nedeni, İsrailoğullarının peygamberlerinden Nahum’un imzasını taşıyan MÖ 612 tarihli bir yazıttır. Ve Hal bu yazıtı Samuel’dan çalmıştır.
Bu olaydan sonra John’a Hal’den yazıtın yerini gösteren bulmaca gelir. Simya, Mezopotamya kültürü, cinayet gibi ipuçları içeren bulmacayı çözmeye çalışan John, kendine yeni müttefikler bulur: Samuel’ın Irak’taki asistanlarından Tomas Zakar ile ağabeyi gazeteci Ari ve Hal’in eski karısı Laurel.
Bundan sonra John Madison’ı bekleyen ise New York’tan Türkiye’ye, oradan da savaş halindeki Irak’a uzanan soluk soluğa bir kovalamaca ve zamana karşı bir yarıştır.
Kitaptan
Son saldırıdan önceki saatlerde, kentin düşebileceğine çok az insan inanıyordu. İştar’ın o mağrur kapılarında ve Dicle Irmağı’nı boydan boya aşan o sağlam köprülerde nasıl olur da bir gedik açılabilirdi? Ülkenin askerleri her yerde hazır ve nazır değil miydi? Aksi ırmağın durgun sularına düşen saray iyi korunmuyor muydu? Devlet başkanı her şeyin iyi olacağına söz vermemiş miydi?
Savaşın ikiz kardeşi olan yağma almış başını gitmişti. Ne sıradan vatandaşların zaten azıcık olan mallarına ne de muhteşem hazine dairesine acımışlardı. Bir et parçası için birbirini yiyen karga sürüleri gibi etrafa üşüşen çapulcular kıymetli fildişlerini, kalsedon ve lapis lazuli taşlarından yapılmış kolyeleri, tapınak heykellerini ve kaymaktaşından vazoları çalmışlardı. Adamın biri, Harmel’in tapınağına ait pişmiş topraktan yapılma bir aslan başını kırıp parça parça etmişti. Yerde bağdaş kurmuş bir başkasıysa Ur lirinin kakmalarını soymakla meşguldü.
14 Nisan 2003’te Bağdat bozguna uğradı ve başı öne eğildi. Kentin hazine dairesi sayılan meşhur Ulusal Irak Müzesi savaşın zayiatlarından biri oldu.
Kalabalığı yararak yürümeye çalışan bir hırsız sessizce hareket ediyordu. Simsiyah saçlı, soluk tenli ve incecik bir adamdı. Sol bileğinde bir iz, kurumuş kan renginde tuhaf bir şekil göze çarpıyordu. Hırsız, ganimetleri kapıp götüren elleri görünce içinden sessiz bir kahkaha attı. Alıp götürdükleri şeyler hakkında zerre kadar fikirleri yoktu. Bir diplomatın yüz karası oğlu olan hırsız, Bağdat’ta on yılını geçirmişti ve müzeyi iyi biliyordu. Bol siyah ceketinin altında, belindeki geleneksel kılıfın içinde, çizgiyi aşma cüretinde bulunabilecek kişiler için bir korsan bıçağı taşıyordu. Buraya iki parçayı aramaya gelmişti. Bunlardan birincisini, kadim Hatra’daki zafer tanrıçasının canlı gibi görünen bakır başını çoktan sırt çantasına yerleştirmişti. Bundan daha da önemli olan ikinci kutsal emanet ise sadece birkaç adım uzağındaydı.