Kitap Hakkında:
Viyana kuşatmasında neler yaşandı?
Andrew Wheatcroft’tan Osmanlı İmparatorluğu ile Habsburg Hanedanı’nın 250 yıllık iktidar mücadelesinin gerçek hikâyesi
1683 yılında Osmanlı İmparatorluğu ile Habsburg Hanedanı 250 yıllık bir iktidar mücadelesinin doruk noktasını temsil eden Büyük Viyana Kuşatması’nda karşı karşıya gelir. İmparatorluk tarihinin en önemli dönemlerinden biridir bu. İki tarafın da zafer kazanacağından emin olduğu mücadele, bilindiği üzere Osmanlıların yenilgisiyle sonuçlanır.
Tarihçi Andrew Wheatcroft, Birinci Dünya Savaşı sonunda parçalanan iki büyük imparatorluğun, Osmanlı ve Habsburg hanedanlarının büyük mücadelesini Kanuni Sultan Süleyman’ın 16. yüzyıldaki Birinci Viyana Kuşatması’ndan başlayarak, ayrıntılı bir şekilde anlatıyor Kapıdaki Düşman adlı kitabında.
Wheatcroft, Türklerin Avrupa’da ilerleyişlerinin yarattığı korkuyu başarıyla aktarıyor. Yüzyıllar boyunca Doğu Avrupa’da yapılan savaşların dehşeti 1683’teki İkinci Viyana Kuşatması’yla doruğa çıkmıştır. Bu savaş iki taraf için de bir “ölüm kalım” meselesidir. Tüm bu gerçekleri ve Türk orduları ile Batılı orduların nispi güçlerini, taktiksel mücadelesini başarıyla belgeleyen yazar, askeri harekâtı tüm ayrıntılarıyla gözler önüne seriyor.
Batılı yayın organlarında “özenli, düşündürücü, çok iyi bir anlatı” olarak değerlendirilen kitap, bu süreçte oluşan olumsuz Türk imgesinin aynı tarihlerde Batı’da yayımlanan esaret anıları ve risaleler aracılığıyla nasıl yaygınlaştığını ve bu imgenin yüzyıllar içinde nasıl dönüştüğünü de gösteriyor. Bu imgenin bugün Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri çerçevesinde bazı Batılı siyasetçiler tarafından gündeme getirilmesinin tehlikelerine de dikkat çeken Wheatcroft’un çalışması, gerek akıcı üslubu, gerekse tarihsel olayları ele alış biçimiyle çarpıcı bir askeri tarih örneği.
Kitaptan
“Osmanlılar niçin geriledi? Bilinen açıklamaların hiçbiri gerçekten fazla inandırıcı değil. Gerilemenin nedeni II. Mehmed ve I. Süleyman’ın başarılarının kutsallaştırdığı bir savaş tarzını değiştirmeyi reddetmeleri miydi? Değişime inatla direnmek miydi? Kısmen öyleydi çünkü Osmanlılar savaş tarzlarının var olan diğerlerinden daha iyi, daha şerefli ve daha cesur olduğuna içtenlikle inanıyorlardı. Batı tarzının daima üstün olduğu konusunda da ikna olmamışlardı. Yalnız değillerdi: Daha sonraki yorumcular, orduların büyük bir zahmetle bir kuşatmadan diğerine daha fazla gönderildiği, savaşın kazanılmasını sağlayacak çarpışmaların giderek azaldığı Batı tarzı savaşın verimsizliğini eleştirdiler. Eski Türk geleneğini andıran şekilde, süvarileri –Türklerden çok daha gelişkin ve sistematik bir biçimde– kullanıp savaş meydanlarına yeniden hareketlilik kazandıran Napoléon’un dehası oldu. Bu göreli gerileme yalnızca Osmanlıların kaderi değildi. 1791’den sonra Avrupa’daki her ordu hatta Prusya bile devrimci Fransa’nın karşısında art arda yenilgiler yaşadı. Türklerin düşmanı olan Habsburg orduları, Fransa’nın Devrimci Savaşları sırasında Osmanlıların askeri hatalarının ve siyasi muhafazakârlığının aynısını sergilemeye başladı.”
“Araştırmalar, Osmanlı ordusunun birçok alanda hiç de ona yakıştırıldığı gibi değişime ve ilerlemeye içgüdüsel olarak direnen gerici bir tutum almadığını göstermeye başladı. Koşullar uygun olduğunda Türk savaş tarzı fazlasıyla etkiliydi. Bununla birlikte, Osmanlı ordularının kumandanları askerlerini Habsburglu meslektaşları kadar iyi denetleyemiyordu. Bu çok tehlikeli bir zaaftı, çünkü Türk kumandanlar 1664’ten itibaren, savaşmayı henüz çok gençken katıldıkları Otuz Yıl Savaşları’nda öğrenen ve sonra yeni bir acımasız, işinin ehli savaşçılar kuşağı yetiştiren –Savoylu Prens Eugene kuşağını– bir subay nesliyle savaştılar. Bu kitabın ilerideki bölümlerinde Habsburgların 1790’lara kadar savaş meydanında karşılarında fazlasıyla tehlikeli, çok yetenekli ve amansız bir düşman olduğunu bildiklerini göstermeyi umuyorum. Gerçek ‘Türk korkusu’ buydu.”