Kitap Hakkında:
Zonguldak’ın ve maden ocaklarının gerçek öyküsü
Erkek çocuklar büyüyüp madenci olacaklardı. Kız çocuklar da madene gelin…
Metin Köse ilk romanı “Mükellefiyet”te, 1867 yılında Osmanlı İmparatorluğu döneminde Zonguldak köylüleri üzerinde uygulanan zorla maden ocaklarında çalışma uygulamasını anlatmış, o dönemde yaşanan acıları dile getirmişti. Yazar bu kez kalemini 1941’deki İkinci Mükellefiyet dönemi için oynatıyor.
Köse, 1941’deki uygulamaları belgesel roman tarzında anlatırken, 1970’li yıllara dek uzanıyor. Bu arada, Behçet Necatigil, Muzaffer Tayyip Uslu, Rüştü Onur gibi, Zonguldak’ta yaşayan (ve öğretmenlik yapan) aydın ve şairlerin kente ve maden işçilerine dair gözlemlerini de aktarıyor. “Göldağı”, Zonguldak ve civar köylerinin son 150 yıldır çektikleri acıları gerçekçi bir dille öykülüyor.
Kitaptan:
Rüştü, bir an durduktan sonra son mısraları tekrarladı kısık bir sesle: Çıplak doğurdun beni/Çıplak gideceğim...
Şiiri sessizce dinleyen arkadaşı Muzaffer Tayyip gibi ufka dalıp gitti. Ufuk belli belirsizdi! Havanın kararmasına epey vakit olmasına rağmen, kapkara bulutlar yüzünden ortalık kararmıştı. Hep böyle olurdu Zonguldak’ta, aydınlığı ve karanlığı günün uzunluğu ve kısalığı değil, kara bulutlar belirlerdi. Ortalık sabahın erken saatlerinde ya da öğle üzeri birden kararıverir, ardından aynı günde ikinci bir gün yaşanırcasına aydınlanırdı. Bazen de, hava hep kara olduğundan gün hiç yaşanmazdı. Nasıl olduysa, sanki yeraltındaki kömürün karası gökyüzüne dolaşmaya çıkmıştı. Yeraltı, yer ve gök kömür karasıydı. Buna bir de, yaz kış dinmeyen nem eklendiğinden, insanlar hep ıslaktı. Şehir ise, hem kara hem ıslaktı.
“Güzel şiir!” dedi Muzaffer Tayyip, kapkara ufuktan gözlerini ayırmadan. “Çıplak geldik, çıplak gideceğiz!” Nemli gözlerini sildi, yutkunduktan sonra. “Yalnız, biz çok erken gidiyoruz değil mi Rüştü!” İkisi de kapkara ufuktan gözlerini ayırıp birbirlerine baktılar. Kısa bir sessizlikten sonra, derin derin öksürmeye başladı Muzaffer Tayyip. Öksürürken, yüzü renkten renge giriyor, kulaklarının altından boğazına kadar morarıyor, nerdeyse boğulacak gibi oluyordu. Yine de, elindeki mendili ağzına sıkıca bastırmaktan vazgeçmiyordu. Onun bu zavallı halini gören garson daha fazla dayanamamış olmalı ki “Buyrun!” dedi, elindeki su tasını uzatarak. Muzaffer Tayyip iki yudum su içti zorlanarak. “Tası diğerlerinden ayrı yere koy, biliyorsun ben...” Garson “Anladım!” dedi, sözünü keserek. Aynı anda, yan masadaki uzun süredir sırtı dönük sigara içen ihtiyar, kafasını çevirip söze karıştı, “Geçmiş olsun ikiniz de mi?” Rüştü ve Muzaffer Tayyip önce şaşırdılar, sonra zoraki tebessüm ettiler.
İhtiyar yerinden kalkıp masaya geldi hiç davet beklemeden. Sanki uzun yıllardır tanışıyormuşlarcasına anlatmaya başladı; “Ben bu limanda nelere şahit oldum bir bilseniz!”